Ülkemizin ciğerlerini yakan orman yangınları sadece fiziki bir tahribat yaratmakla kalmadı, aynı zamanda toplumsal yapımızdaki bazı çatlakları da gözler önüne serdi. Günlerdir süren bu felaket, büyük bir fedakârlık örneği sergileyenlerin yanında, acıyı kişisel gösterişe dönüştürmeye çalışanların trajikomik hallerini de beraberinde getirdi. Bu durum, "Neden böyle olduk?" sorusunu daha da yakıcı hale getiriyor. Sosyolojik kavramlar ışığında bu durumu anlamak, geleceğe dair dersler çıkarabilmek için kritik önem taşıyor.
Dijital çağın getirdiği aşırı bilgi yüklenmesi ve sürekli içerik akışı, hepimizde bir tür duyarsızlaşmaya yol açabiliyor. Sürekli felaket haberlerine ve trajik görüntülere maruz kalmak, başlangıçta şok edici olsa da zamanla duygusal tepkilerimizi köreltebiliyor. Bu durum bir savunma mekanizması gibi görünse de, toplumsal empatiyi azaltarak olayların "normalleşmesine" katkıda bulunuyor. Yangınların sürekli gündemde olması, bir süre sonra "artık yeter, kaldıramıyorum" dedirterek kişileri eğlence içeriklerine yönelmeye itebiliyor.
Fransız sosyolog Émile Durkheim'ın "anomi" kavramı, içinde bulunduğumuz durumu anlamamızda yardımcı olabilir. Anomi, toplumsal kuralların zayıfladığı, bireylerin neyin doğru neyin yanlış olduğunu ayırt etmekte zorlandığı bir haldir. Yangınlar gibi felaketler karşısında toplumsal dayanışma yerine bireysel beğeni arayışının öne çıkması, ortak değerlerin ve kolektif bilincin zayıfladığını, yani anomik bir durumu işaret edebilir. Bir trajedinin bile "gösteri"ye dönüştürülebilmesi, bireylerin neyin toplumsal sorumluluk neyin kişisel şov olduğu arasındaki sınırları bulanıklaştırdığını gösteriyor.
Diğer yandan, felaket durumlarını kendisi için bir tiyatro perdesi olarak kullanan bireyler için Fransız teorisyen Guy Debord'un "Gösteri Toplumu" kavramı ışık tutacaktır. Debord'a göre modern toplumda gerçek deneyimlerin yerini imgeler ve gösteriler almıştır. Sosyal medya ise bu "gösteri"nin ana platformlarından biri. Yangın gibi gerçek bir felaket bile, sosyal medyada hızla tüketilen bir "gösteriye" dönüşebilir: Paylaşılan fotoğraflar, videolar, etiketler (hashtagler) üzerinden bir enformasyon akışı haline gelir. Bu durumda, olayın derinliği ve gerçek acısı yerine, görsel çekiciliği ve beğeni toplama potansiyeli ön plana çıkabilir. Maalesef, yangın manzaralı "selfie"ler gibi, acı üzerinde bile sanal bir "gösteri" yaratma çabası bu kavramla açıklanabilir.
Sosyal medyanın dayattığı "hızlı tüketim" ve "sürekli yeni içerik" kültürü, bir afetin ciddiyetini ve uzun vadeli etkilerini göz ardı etmeye yol açabiliyor. Bir gün yangınlar gündem olurken, ertesi gün başka bir "trend"le dikkatler kolayca dağılabiliyor. Bu durum, olayların derinlemesine ele alınmasını engelliyor ve toplumsal hafızanın zayıflamasına neden oluyor. Tıpkı dışarıdan hala sağlam görünen ama temelleri çürümeye yüz tutmuş bir bina gibi, sosyal medyadaki bu "parlak" dış görünüş, alttaki toplumsal değerlerin aşındığını gizleyebilir.
Afet anlarında, "benim dışımdaki dünya"yı görmek ve empati kurmak hayati önem taşıyor. Sanal alemdeki popülerlik kaygıları yerine, gerçek hayattaki acılara odaklanmak ve toplumsal dayanışmayı güçlendirmek gerekiyor. Yangın sonrası dönem, sadece fiziki yeniden inşa değil, aynı zamanda toplumsal ve psikolojik bir yeniden inşa sürecidir. Bu süreç, uzun soluklu ve meşakkatli olsa da umut ve mücadele azmini diri tutmakla mümkündür. Dahası, bu felaketten gerçek anlamda ders çıkarabilmek için, bireysel gösterişten uzaklaşıp kolektif bilinci yeniden inşa etmeli ve afetlere karşı daha dirençli bir toplum yapısı oluşturma yolunda somut adımlar atmalıyız. Yangınların külleri arasında yükselen dayanışma ruhu, bize bu değişimin mümkün olduğunu gösteriyor.