Birbirinden değerli dostlarım,
Öncelikle bir yıldır yazdığım bu köşede yazdıklarımı okuduğunuz, üzerine tartıştığımız ve yeni düşünce kapıları açtığınız için çok teşekkür ederim. İyi ki varsınız.
Bugün, 10 Aralık İnsan Hakları Günü. İnsan hakları denince aklımıza genellikle Anayasa, kanunlar ve adliye koridorları geliyor. Oysa bu kavramın özünün, sadece hukuki metinlerde değil, en çok birlikte yaşadığımız bu yerel topluluğun vicdanında ve karşılıklı sorumluluğunda saklı olduğuna inanıyorum. 10 Aralık'ı, sadece bir anma değil, aynı zamanda bireysel bilinç düzeyimizi ve toplumsal sorumluluğumuzu sorgulama anı olarak görmeliyiz.
Kısaca bugünün özelliğinden bahsedelim. Bugünü özel kılan şey 1948 yılında kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'dir. Bu belge; ırk, renk, cinsiyet, görüş ayrımı olmaksızın, yaşama, özgürlük, güvenlik, eğitim, düşünce ve vicdan özgürlüğü gibi hakları garanti altına alır. Bu, tüm insanlık için evrensel bir idealin ve minimum standartların belgesidir. Ülkemiz de bu belgeyi onaylamıştır ve bu haklar sistemimizde yer almaktadır.
Hukuk literatüründe hak, "hukuken korunan menfaattir." Bu tanım bir yargıcın kararında geçerlidir. Ancak kalbimizde ve vicdanımızda "hak" dediğimiz şey, sadece kağıt üzerindeki bir koruma mıdır?
Bizim dilimizdeki "Onun hakkı mıydı?" söylemi, hukukun minimumunun ötesinde, daha derin bir adalet duygusundan gelir. Hukuk, bir toplumda olması gereken alt sınırı belirler. Ancak bizim hakkın ne olduğu hakkındaki düşüncemiz, toplumsal beklentimizi yansıtır.
Burada temel bir ilkeyi hatırlamalıyız: Hukuk, bireyi, çoğunluğun baskısına ve yerel teamüllere karşı koruyan en önemli kalkanımızdır. Haklar, toplumun o anki ruh haline veya çoğunluğun takdirine bırakılamaz.
Bahsettiğimiz şey, kendimize ve birbirimize reva gördüğümüz yaşam standardı, saygı ve muameledir. Örneğin, herhangi bir hizmetin eksikliğini 'kader' görmek yerine, her yurttaşın kaliteli bir yaşam standardına 'hakkı' olduğunu savunmak, bizim toplumsal beklenti seviyemizi gösterir. Veya birinin düşmanca bir söyleme maruz kaldığında sessiz kalmamak, ona saygıyı 'reva görmek' demektir.
Hayatımızı toplumsal dinamikler şekillendirir. Sosyolojinin temel mantığı, ister kurumlar ister bireyler arası etkileşim olsun, toplumun tüm parçalarının birbirini etkilemesidir. Bizlerde başlayan küçücük bir bilinç değişimi, önce çevremizi, akabinde toplumsal yapıyı etkiler.
Bir birey olarak vicdanımızın kabul etmediği bir durumu sorgulamaya başladığımızda, işte o an o küçücük değişim başlar.
Bizim en büyük gücümüz, yaşadığımız yerde kurduğumuz dayanışma ruhu ve karşılıklı sorumluluktur. İnsan hakkı tanımımız, büyük maddelerden ziyade şudur:
Yaşlımızın: Yolda rahat ve güvenli hareket edebilmesi hakkıdır.
Farklı Düşünen Hemşehrimizin: Fikrini söylediği için değil, insan olduğu için saygı görmesi hakkıdır.
Başka bir ifade ile bir insanın onurunu korumak, sadece bireyin değil, onu korumakla yükümlü tüm toplumun ve kurumların ortak hedefidir.
Hak, yalnızca kanunun bize verdiği değil; bizim, dayanışma ruhumuzla birbirimize sağlamayı taahhüt ettiğimiz o onurlu yaşam alanıdır.
Gelin bu 10 Aralık'ta, hakkın sadece bir kanun maddesi değil, her gün inşa ettiğimiz bir vicdan pratiği olduğunu unutmayalım. O Beyanname'nin ruhunu, gündelik hayatımızdaki küçük iyiliklerle, hoşgörüyle ve adalete olan inancımızla yaşatalım.
Bugün evinize döndüğünüzde, bir dakikalığına durun ve çevrenizde gördüğünüz hangi durumun size 'daha iyi olabilir' hissi verdiğini not edin. Bu bilinçli sorgulama, daha iyi bir toplumsal yaşamın ilk adımı olacaktır.