Çocukken, kitaplarla dolu, evlenmediğim, kendi paramı kazandığım bir dünyanın hayalini kurardım. Okumaya o kadar düşkündüm ki sabaha kadar kitap okurdum. Ancak büyüdükçe insanların hayatta yaşadığı zorluklar ve hukukun yavaş işlemesi nedeniyle sesleri kaybolan insanların hayatları ilgimi çekmeye başladı. Bir şeyler yapmak istesem de, küçücük bir kızı kim dinleyecekti ki?

Başkalarının hakları için konuşabilmenin ilk adımının kendi ekonomik özgürlüğümü kazanmak olduğunu biliyordum. İş başvurularımda reddedilsem de çabalamaktan vazgeçmedim. Genç işsizliğinin %25-30 civarında olduğu düşünüldüğünde yine de şanslıydım.

Evlenmekten korktuğum için ikinci üniversiteye başladım. O zamanlar evlilik benim için modern bir kölelik sözleşmesiydi; zira ev içinde yaptığım işler görünmeyecek, emeğim dakikalar içinde eskimiş olacaktı. Her şey bu zamana kadar böyle mi gelip gitmişti?

Gitmemişti işte! Yıllar önce sınıf öğretmenim Nurşen Hanım'a "Keşke sizin zamanınızda doğsaydım," dediğimde, o zamanlar kendi ilçelerinden sadece üç kişinin üniversite kazandığını, arkadaşının şehir dışında okumasına izin verilmediğini anlatmıştı. Benim ise lise için yollara düşmem, zamanla bir şeylerin değiştiğinin işaretiydi. Bugün çocuklarımız için "Yeter ki okusunlar, bizim çektiklerimizi çekmesinler" diyoruz. Peki ya biz? Çektiklerimize karşı sessiz, sakin, kaderine razı gelen kurbanlar gibi beklersek, çocuklarımız bizlerden ne öğrenir? Hayatta kalmayı mı? Boyun eğmeyi mi?

Araştırmalar, şiddete maruz kalanların çocuklarının şiddete uğrama oranlarının iki kat arttığını gösteriyor. Katlanmak çözüm değil. Elbette "asalım keselim" demiyorum ama uzlaşmamız lazım. Evvela kendimizle uzlaşmamız ve kendimiz için bir adım atabilmemiz.

Belki de ilk adım fark edebilmektir. Dünyaya gelirken kadın ya da erkek olmamızın bir önemi olmuyor. Ancak toplumun bize biçtiği roller ve yüklediği sorumluluklar terazinin dengesini bozuyor. Kadınlar duygusal yakınlığa ve narinliğe; erkekler ise güce ve rekabete yönlendiriliyor. Hukuksal eşitlik yeterli değil, çünkü toplumsal ilişkilerde "güç", dengeleri belirliyor. Kadın ve erkeği eşit kılmayan bu yapı, her iki cinse belirli yaşam alanları sunarken, toplumsal kontrol mekanizmaları bu sınırların dışına çıkılmasına izin vermiyor. Özellikle kamusal alan, giyimden davranışa kadar pek çok açıdan kadının çok daha fazla baskıya maruz kaldığı bir yer.

Veriler de bu durumu destekliyor: hiç evlenmemiş kadınlar evlilere kıyasla yaklaşık 1.6 kat, boşanmış kadınlar ise yaklaşık 2 kat daha fazla baskı hissediyor. Eğitim düzeyi yükseldikçe cinsiyete yönelik baskı hissetme oranı artarken, genç yaşlarda bu oran daha da fazla. Medeni durum özelinde ise hiç evlenmemiş bireyler, evlilere kıyasla yaklaşık 7 kat daha fazla toplumsal baskıya maruz kalıyor (Ulutürk-Akman, S. (2021). Toplumsal Cinsiyet Eşitsizliği ve Toplumsal Baskı: Türkiye İstatistik Kurumu Yaşam Memnuniyeti Araştırması Üzerine Analizler. EKOIST Journal of Econometrics and Statistics, 35, 83-109).

Erkekler tarafından "Kadınlığın", "üyesi olmak istemediği bir varoluş" olarak tanımlanması, ev içi işlerin kadınlara yüklenmesi, şiddet ve tacizlere daha çok maruz kalmaları, özgürlük alanlarının kısıtlı olması ve eşitsiz cinsiyet algısı gibi zorlukları gözler önüne seriyor. Günümüzde kadınların çalışma hayatına daha çok girmesiyle bu eşitsizliklerin azalması beklenirken, maalesef değişmiyor; kadınlar çalışsa bile ev içi işleri tek başına yapmak zorunda kalıyor.

Toplumsal cinsiyetin yeniden inşası gibi büyük bir değişimin temelini aslında bireysel adımlar oluşturur. Her birimiz kendi yaşam alanlarımızda fark yaratabiliriz. Öncelikle, toplumsal cinsiyet kalıp yargılarının farkına varmak ve sorgulamak en önemli başlangıç noktasıdır. Kendi içimizdeki ön yargıları gözden geçirmek, değişimin ilk kıvılcımını yakar. Çocuklarımızı cinsiyet ayrımı yapmadan, yeteneklerini keşfetmelerine fırsat sunarak yetiştirmek, gelecek nesillerin daha eşitlikçi bir dünyaya adım atmasını sağlar.

Ev içi iş bölümünde adil ve eşit bir paylaşım benimsemek, hem kendi evimizdeki dengeyi kurar hem de çevremize örnek olur. İş yerlerinde veya sosyal çevrelerde cinsiyetçi söylemlere veya ayrımcılığa tanık olduğumuzda sessiz kalmamak, duruma müdahale etmek toplumsal baskının meşruiyetini sarsar. Her bir bireyin attığı bu küçük adımlar, dev bir dalganın başlangıcı olabilir.

Unutmayın, toplumsal cinsiyet bir inşa sürecidir ve bu inşayı yeniden şekillendirmek de yine toplumun elindedir. Bakın, bu yazımı sizlerin "Cesaretin Cinsiyeti Yoktur!" yazıma yaptığınız yorumlar sayesinde yazdım.

Çocukluğumun özgür bir dünya hayali, bugün bizlerin hep birlikte inşa edeceği eşit ve özgür bir geleceğe dönüşüyor. O hayal, şimdi somut adımlarla gerçeğe dönüşmek için bizi bekliyor. Hep birlikte toplumsal yaşamda tam anlamıyla var olabildiğimiz, eşit ve özgür bireyler olarak kendimizi ifade edebildiğimiz bir geleceğe doğru ilerleyebiliriz. Bugün sustuklarımızdan rahatsız olduğumuzu söyleyerek başlayabiliriz. Her birimizin parlaması için birbirimize ışık olabiliriz.