MÜRVET TEYZE

               Çarşıya inen sokağımız kıvrımlı. Çarşıdan çıkarken görünen bacası yıkık, sıvaları dökük tek katlı kerpiç ev Mürvet Teyze’nin. Su, elektrik faturasında Mürüvvet yazılı, iyi ama biz resmi kurum muyuz? Annemin yakın arkadaşı, karşı komşumuz da devlete göre Rukiye, bize göre Urguya…

                Mürvet Teyze başıma bela. Çarşıya, pazara giderken timsahlı sudan geçen ceylanın korkusunu yaşıyorum yıllardır. Başka sokaklardan dolanarak yolu uzatmayı gözüm hiç kesmiyor.

                Mahallede kimse sevmiyor onu, sevmeyi bırak selam bile vermiyor bu yaşlı timsaha. Ben selam veriyorum, üstelik hal hatır da soruyorum, bana yaptıklarını bile bile. Onunla konuştuğumu komşular gördüğünde, “Ne söylüyorsun şuna kız!” diye azarlıyorlar beni, annem ne zaman duysa “sana o kaltak karıyla konuşma demiyor muyum, paramparça ederim seni zilli!” deyip terliği kaba etlerime pat pat indiriyor. Selanın ardından mahallemizin boğuk sesli imamı, kimin öldüğünü söyler de annem anlayamazsa “Urguyaaa! kim ölmüş” diye avludan seslenir, “Ormancı İreşit’in kardeşi Hava vardı ya…” diye yanıt veren Urguya Yenge’ye “Daha gençti o ya tüh! Allah rahmet eylesin, herkes herkese misafir işte” der, o da aynı biçimde anneme “Öyle ya herkes herkese misafir” diye karşılık verirdi. Ölen kim olursa olsun, her selanın ardından annemle Urguya Yenge “herkes herkese misafir” sözünü konuşmanın bir yerinde kesinlikle söylerdi karşılıklı. Annem beni pataklarken, “Ne olmuş konuştuysam, herkes herkese misafir” diyerek ben kendimi savunmaya kalkınca, öfkesi iyice kabaran annem terlikle üç beş daha indirirdi fazladan.

                Kimsenin gelip geçmediği, bizi kimsenin göremeyeceği Mürvet Teyze’nin evinin arkasındaki daracık çıkmaz sokakta, Canan’ın evden aşırdığı tek dal sigarayı tüttürüyorduk sırayla. Dumanı çektikçe öksür Allah öksür, öksür Allah öksür, gözlerim yaş dolu. Ağzımdan giren duman gözlerimden çıktı resmen. Öksürmem kesilince “Dudağının ucuyla tut, bak yarısına kadar ıslamışsın” diye bilmiş bilmiş uyarıyor Canan. İşaretle orta parmağının arasına sigara kıstırmış gibi yapıp elini ağzına yaklaştırırken ince dudaklarını birini öpüyormuş gibi ileriye uzatıyor, “İşte bak, aynen böyle içeceksin” diye göstererek anlatıyordu.

                Dut ağacının sık yaprakları arasından nasıl gördüyse görmüş bizi kaltak Mürvet. Minare yıkılmış, kubbe çökmüş ama gözler sağlam. Ertesi gün tüm mahalle öğrendi sigara içtiğimizi. Bu kez terlikle değil, maşayla kemiklerime kemiklerime vurdu annem. Bir ay sızladı durdu her yanım.  Saat başı öten çanlı duvar saatinin, koca televizyonun, ağır koltukların yeri değişir evde,  yalnızca maşanın yeri değişmez. Makas kaybolur, babamın çakmağı, televizyonun kumandası kaybolur ne var ki sobanın maşası asla kaybolmaz.

                Bir gün sınıfa sağlık ocağından geldiler, beyaz eldivenleriyle saçlarımızı aralayarak incelediler teker teker. Benim saçlarım uzun, Canan’ın saçları sarı, hepimizinkinden daha uzun, beline değecek neredeyse. Eda’nınkiler öyle değil,  ensesinde, kısacık. Tarama bitince otuz kişilik koca sınıftan yalnızca beni, Canan’ı bir de Eda’yı müdürün odasına aldılar. Müdüre baktım, sanki uzun zamandır aradıkları hazineyi başımızda bulmuş da görevini hakkıyla tamamlamış gibi keyifli keyifli oturuyor koltuğunda.

                Annelerimizi çağırdılar. Eda’nın annesi fena bozulmuş, suratı bir karış. Kocası zengin, kuyumcu ya… Sanki bitler, zengin kızı diye yerleşmeyecek. Dudaklarını palyaço gibi kıpkırmızı boyamış, dirseklerine dek kalın kalın bileziklerle gelmiş görgüsüz. Bilezikleri şıkırdatarak fırt fırt gezeceğine kızının başını temiz tutsana.

                Kapıdan girdim, annem avluda, divana oturdum, bir elimde hemşirenin verdiği şişe, bir elimde yastığın ucu… annemi bekliyorum. İnşallah terlikle girişir, maşayla dalarsa fena. Geldi ancak hiçbir şey demeden doğru banyoya yöneldi odun dolu kovayla. Hayret.

                Ertesi sabah fırından sıcak ekmek almaya giderken, sokağa bakan mutfağının kağşak penceresinden başını çıkarmış, iri sarkık memelerini pervaza dayamış, sesleniyor Mürvet Teyze, “Şişşt kız nereye gidiyon bitli!” Çoluğu çocuğu yok okulda. Nereden öğrenmiş bu karı. Duymazdan gelip adımlarımı hızlandırdım. Bu kez bas bas bağırmasın mı arkamdan? “Kııız bitli Duyguuu!... sana diyooom!...” “Yok yok, annem haklı, bu karı tam kaltak.”

                 Lise bire gelince “Ben prensesimi istediği üniversitede okutcam” demeye başladı babam. En düşük puanlıyı olsun kazanabileceğim de sanki, istediğime girmesi kaldı. Annem kaşlarını çatarak “Sen şımartıyon bu kızı” diye kükrüyor, babam ne zaman beni pışpışlasa. Tonton babam höykürmelere yanıt vermez, işine bakar, gazetesini okumayı, maç özetlerini izlemeyi sürdürür. Yoksa o da mı korkuyor annemden. Korkmaz ya, tatsızlık çıkmasın diye susar.

                Sevgili babamın bana güveni, okulun üstesinden gelmeme yetmiyor. Sevmediğimden mi anlamıyorum, anlamadığımdan mı sevmiyorum dersleri? Yok yok benim kafam basmıyor. Matematikçiyle fizikçi yalvar yakar kursa gelin demese, gitmezdim. Hafta içi yetmiyormuş gibi hafta sonu da dersler başımıza bela. Sanki bizi düşündüklerinden mi? Neymiş, sınava şimdiden hazırlanmalıymışız, üstelik kursa gelmeyen çok zor geçermiş sınıfı. Bak hele hele… Tabii ya, derste aldıklarının iki katını kazanıyorlarmış kurstan, Eda’ya babası söylemiş, adam kuyumcu ya çakıyor para işlerinden.

                O cumartesi günü Canan aklımı çelmeseydi ben asmayacaktım kursu. “Gel kız kaçalım, daha dört yıl var sınava, Mert de gelecek bizimle” dedi. “Doğru söylüyorsun valla” dedim sevinçle, “lise birde sınava mı çalışılır, hem o zamana kadar unuturuz öğrendiklerimizi.”

                Yine her zamanki sığınağımızda, çıkmaz sokaktaki dut ağacının altındayız. İlk kez üç kişiyiz. Mert, Canan için mi geldi yoksa. Canan benden daha iyi kalpli. İki yıl önce öğretmen sınıfta beni ağlatınca o da ağlamıştı bana acıyıp. O benim yerimde olsaydı ben ağlar mıydım onun için. Sanmam. Ayrıca o çok güzel. Sınıfta kimsenin gözleri onunkiler gibi güzel değil. Bir tek onun gözleri mavi. Mert ise kara, cılız. Burnu da sağa yatık, yamuk. Ben nesini seviyorum bilmiyorum ama onun yanındayken yüreğim kıpır kıpır. Herkes serseri, kopuk diyor ardından. Babasının camları kapkara Tofaş’ını kaçırıp kaçırıp okul çıkışı yanımızdan geçiyor son sürat. Benim için mi Canan için mi geçiyor bilmiyorum. Canan inşallah sevmiyordur onu. İnşallah o da Canan’ı sevmiyordur.

                 Çevrede kimse yok. Canan taş duvarın yıkık yerinden atlayıp, terk edilmiş, çatısı çökük evin diz boyu uzamış otlarla kaplı avlusuna geçti. “Erik getircem siz bekleyin” deyip baş başa bıraktı bizi. Mert de az değilmiş, Canan uzaklaşınca, yanıma sokulup yanağımdan öpmesin mi? Kalbim güm güm… Afalladım, biraz kızar gibi oldum, ters ters baktım, öp diyen mi oldu ona. Öpme de demedim ama olsun. Birden pat diye… Nasıl tepki vermem gerektiğine karar vermeye çalışırken bir elini omzuma koyup öteki eliyle çenemin ucundan tutarak sol yanağımdan da öpmesin mi… Deli mi ne? Yüzüm alev alev, içimde bir şeyler kıpırdadı, yüreğim yerinden fırlayacakmış gibi atıyor. Bir şey demeden kalktım, duvardan atlayıp Canan’ın yanına gittim. Döndüğümüzde Mert yoktu.

                Kütür kütür ekşi sulu eriklerden yedik, Mert dışındaki her şeyden, herkesten konuştuk uzun uzun. Kursun bitiş saatinde okulun karşısındaki bakkalda kızları bekledik, sonra onlarla evlerimize her zamanki yoldan döndük.

                 Ben eve varmadan kara haber varmış eve. Kaltak Mürvet bizi görmüş, Mert’le öpüşüp durmuşuz saatlerce. Üşenmemiş koca kıçını kaldırmış, elinde bastonu, topal bacağıyla dengile dengile gitmiş Urguya Yenge’ye anlatmış. Oklavayla daldı bu kez annem. “O yanlış görmüştür, Canan’la kurstaydım ben, sor istersen ona” dedikçe daha çok vurdu. “Yastıkla başımı korumasam kafam kırılmıştı kesin. “Orosbu mu olcan kız sen benim başıma” diye bağırıyor, bir yandan da oklavayı sırtıma, bacaklarıma küt küt indiriyor. “Vallahi billahi okuldaydım anne ne öpüşmesi!” diyorum, annem bir eline saçlarımı dolamış çekiyor, ötekiyle halının tozunu kaldırır gibi oklavayla bam güm vuruyor. Yok yok insan insana misafir filan değil. Şu annemin dövmesi bir bitsin, yaşlı başlı demeyeceğim, kimi kimsesi yok garibin demeyeceğim, gidip geberteceğim o kaltak karıyı. Göstereceğim ona, annemin şu dayak işi bir bitsin hele.

                                                                                                                                                 ALİ TURGAY KARAYEL

                                                                                                                             Çağdaş Türk Dili, Ağustos 2020

                          *İnebolu Postası’nın Notu: Yazarın bu öyküsü,  2021’de Yazılı Kâğıt Yayınları tarafından yayınlanan “Horozdamlar” adlı kitabından alınmıştır.

YORUM EKLE
YORUMLAR
Coşkun özgirgin
Coşkun özgirgin - 7 ay Önce

Kaltak kelimesinin tam karşılığı küfür olmasa da kelime içinde küfür gibi kullanılabiliyor,bu yüzden çok hoş bulmadım o kelimeyi,öte yandan hikaye fena değil ..

Muhsin kahraman
Muhsin kahraman - 8 ay Önce

o yıllarda her sokakta her okul da olabilen güncel olayları harika anlatmış

Adem KOZAN
Adem KOZAN - 8 ay Önce

Tek kelimeyle muhteşem bir an gençliğime gittim.