GELDİ KÖY KIZLARI EL BAĞLADILAR

                                                                                                              Tonguç Babaya…

Yurdumuzda tarım ne durumdaysa, eğitim de o durumda. Topun ardından koşan futbolcumuzun düşünme biçimiyle, üniversitedeki kimi hocaların düşünme biçimi birbirine çok benziyor. İlkokulu bitirmiş ev kadınlarıyla doktorlar arasında da pek çok ortak yan var. Mardin’deki lise öğrencisi ile Beyoğlu’ndaki öğrenci, elmanın iki yarısı gibi.

Bir sürü avukat bilgisayar oyunlarıyla saatler tüketiyor. Benzer oyunları sabahtan geceye, geceden sabaha tutkuyla oynayan lise öğrencileri de var. Televizyonlardaki evlendirme izlencelerine, ilkokul mezunu teyzelerle üniversiteyi bitirmiş öğretmenler her gün birlikte bakıyor. Duvar ustaları akşamları kahvede okey taşlarını diziyor, yan masadaki öğretmenler de bu uğraşın peşinde. Ağrı’da yeni yapılan evlerle Edirne’dekiler birbirinin eşi. Yenilen Yozgatspor takımının topçusu da Fenerbahçe’nin topçusu da karşılaşmanın bitiminde “önümüzdeki maçlara bakacağız” diyor. Yirmi yıl önce “yenildik ama ezilmedik” diyerek avutuyorlardı yorumcular bizleri, şimdi de…

Çam ağacı ile kayın ağacı benzemez birbirine değil mi? Biri iğne yapraklı, diğeri geniş yapraklı. Ağaçlar kesilip tomruk, kereste olunca onları birbirinden ayırmak güçleşir. Keresteleri biraz daha kesip biçip onların üstüne cila, boya sürdük mü kapı pencere olmuştur artık elimizdeki. Bundan sonra bil bilebilirsen hangisi çam hangisi kayın.

            Yahya Kemal  “Nazar” şiirinde, koyda yıkanan Leyla’ya dolunayın nazar değdirmesini, kızcağızın birden yatağa düşmesini, köydeki kızların arkadaşlarının başında çaresizce ağlamasını anlatır. “Geldi köy kızları el bağladılar/ Diz çöküp ağladılar ağladılar.” dizeleriyle sürer şiir.

            Çoğumuz sıkıntılar karşısında zaman zaman yakınıyoruz ancak sorunları ortadan kaldırmak için kılımızı kıpırdatmıyoruz. Bu durum, Leyla’nın başında diz çöküp ağlayan köy kızlarını anımsatıyor bana. Şiirdeki kızların çaresizliği anlaşılabilir ancak bizimkinin geçerli bir gerekçesi yok.

Yıllar yıllar önce Kastamonu’da köy çocukları için okul yapmak isterler. Tuğla gerekir ancak para yok ki alsınlar. Çorum’dan gelen iki öğrenci “bizim memlekette ocaklar vardı, bizler oralarda çalışırdık, kendi ocağımızı kuralım kendi tuğlamızı yapalım.” der. Öğretmenleri “olmaz” demez; öğrencilerine inanır, güvenirler. Hemen kolları sıvarlar. Kısa sürede yalnızca kendileri için tuğla yapmakla kalmazlar; çevredeki yapılar için gerekli tuğlaları üretip halka çok ucuza satarlar.  Okul yapıldıktan sonra bir yandan öğrenim görürler diğer yandan bir ellerinde otlatmaya çıkardıkları atların yularını, öteki ellerinde Shakespeare’in Othello’sunu tutarlar. Atlar yeşil otları iştahla yerken onlar da tutkuyla kitaplarını okurlar. İago’nun alçaklığına, Othello’nun karısı Desdemona’ya yaptığı haksızlığa öfkelenirler.

İnek sağmayı da bilirler, keman çalmayı da… Dostoyevski’yi de bilirler, cami yapmasını da… (Göreve başladığım Düzce’nin Akçakoca ilçesinin Beyören köyünde iki cami var. Bu caminin birinin baş ustalığını, hiçbir ücret almadan yapan kişi, dinsiz yetiştiriyor yalanıyla kapatılan Köy Enstitüsü mezunu bir öğretmendir. Köyün adını yazdım merak eden sorabilir.)

            Demek ki Yahya Kemal’in bu dizelerini Köy Enstitüsünü bitirmişler için söyleyemiyoruz. Onlar bilgisizlik (cehalet) karşısında diz çöküp ağlamamışlar, bilgisizliği ayaklarının altında paspasa çevirmişler. Bu dünyadan dev adımlarla Köy Enstitüleri geçti. Hem de soluk alıp verdiğimiz, acı çektiğimiz, sevindiğimiz bu eşsiz Anadolu topraklarından…

            Şimdi çocuklarımız fidan gibi okula giriyor ama ağaç gibi gelişemiyor orada. Necatigil’in dizesini değiştirelim. “Okullarda nice nice cinayetler işlendi, ruhu bile duymadı insanların.” Öyle kıyımlar yapıyoruz ki sonunda fidanların hepsi tek tip masa, kapı, pencere gibi çıkıyor. Öğretmenin, doktorun, duvar ustasının, ev kadınının, topçunun, hukukçunun, öğrencinin, çiftçinin… düşünceleri, yaptıkları, ilgi alanları, olaylara yaklaşımı o denli benziyor ki birbirine, aralarında bir fark görünmüyor. Kiminin üstünde beyaz önlük, kiminde çamurlu gömlek, kiminde cüppe, kiminde okul giysisi… Tüm ayrım yalnızca bunlar. Eğitimliler böyleyse diğerlerinin durumuna şaşmamak gerek. Sevgili Necatigil başka bir şiirinde “öndekine uyar arka tekerlek” diye boşa demiyor.

            Teşbihte hata olmaz. Çobanın ardındaki koyunlar gibiyiz. İyi de öndekine uymak zorunda mıyız? Tekerlek öndekine uyar, doğru. Bir daha söyleyelim, tekerlek öndekine uyar.

            Nuri Bilge’nin “Kış Uykusu”nda Demet Akbağ, filmdeki ağabeyi Haluk Bilginer’e şöyle der: “Önemli olan çoğunluğun hoşuna giden doğruları söylemen değil, çoğunluğun karşı çıkabileceği, rahatsız olabileceği doğruları söyleyebilmendir.”

            Söyleyeceğiz korkmadan, en başta kendimize… Diyeceğiz ki “Ey ben!  Onca yokluk içinde Köy Enstitüleri olağanüstü işler başarmış. Ben de başaracağım. Kitaplar okuyacağım. Zaten okuyor muyum? Öyleyse daha çok okuyacağım. Öğrencilerimin de çevremdekilerin de birbirinden güzel kitaplar okumasını sağlayacağım. Aydınlanma için varımı yoğumu onlar gibi ortaya koyacağım.” 

            Türkiye Kitaplı Güçleri, herkesin insanca yaşayabileceği yurda dönüştürebilir bu sevgili toprakları. Düşünebilen, özgür, uygar insanlar kötülükler karşısında el bağlamaz, dil bağlamaz, diz çöküp ağlamaz. Ne yapar? Değiştirir, dönüştürür, güzelleştirir…

                                                     Öğretmen Dünyası dergisi, Nisan 2018

 

                                                                  ALİ TURGAY KARAYEL

kralbet giriş - kralbet giriş sahabet - sahabet - sahabet - megabahis - betmoon - porno

YORUM EKLE