BAYRAMIM

Küçük yaşlarımdayken en büyük ağabeyim Muzaffer'i hem kıskanır hem imrenirdim ona. Köyümüzün halkı genellikle çiftçilikle    ve hamallıkla geçinirdi ancak ağabeyim İnebolu'da yorgancıydı, dükkân açmıştı. Yorgancılık o yıllarda saygın mı saygın meslekti. Esnaf olanlar o zamanlar  sözü dinlenen, önder kişilerdi toplumun gözünde. Bunun için olsa gerek ağabeyim askerden döndüğünde henüz 23 yaşında olmasına karşın köyümüze muhtar seçilmişti.

Bense ailemin en küçüğü olarak yoksulluğun buram buram tüttüğü ortamda, beş sınıfın bir arada öğrenim gördüğü ilkokula gidiyordum. Kitaplarımı komşularımızın bir üst sınıfına giden çocuklarından, önlüğü de bir yaş büyüğüm Salih ağabeyimden alıyordum. Okul açıldı mı bütün öğrenciler pırıl pırıl, simsiyah önlükleriyle bahçede güle oynaya koşuştururken ben eprimiş, rengi griye çalan soluk önlüğümden utanır, bahçenin uzak köşelerine sinerdim boynu bükük. Önlüğümün altında keten bezinden bir göynek, altımda lastikli bir don olurdu. Arkadaşlarım resim derslerinde çizimlerini renk renk kalemlerle boyardı, benim resimlerimse hep siyah beyazdı. Okul boyunca tek bir çantam bile olmamıştı, kitaplarımı, defterlerimi bez torbayla taşırdım.Yazın bez torba elimizde... Kışın ise ayrı bir dert yüklenir, okulun sobası için odun da taşırdık.

Onca zorluklara, yokluğa rağmen okulumu bitirmeyi başarmıştım. Mezuniyet töreninde öğretmenim babama, bu çocuğu okutalım, hiç değilse yatılı öğretmen okulu sınavına gönderelim, demişti. Babamsa oralı olmamıştı. Bir an önce çalışıp para kazanmam, eve katkı sağlamam gerekliydi.

Cumartesi öğlen okulum bitmiş, pazartesi sabah erkenden Muzaffer ağabeyimin yanında yorgancı çırağı olarak başlamıştım işe. İş dediğim nasıl bir iş... Sabah en geç 8'de dükkândan içeri girersin, arkadaki depoya geçer akşam 8'e kadar boyundan büyük yay, tokmakla pamuk atarsın. Üstün başın toz içindedir. Bütün gün depodasın, dur durak yok. Öğle yemeği için yalnızca yirmi dakikan var, bir kaç dakika geçti mi yatarsın falakaya. Esir çalışma kampındakiler belki daha iyi koşuldadır benden. İş biter dükkândan çıkarsın ancak çile bitmez. O yorgunlukla bir saat yokuş yukarı köye yayan yürümen gerek.

İşe başladıktan birkaç ay sonra babam uzun süredir çektiği hastalığa yenilmiş, rahmetli olmuştu. Annemin iki ineği vardı, sütü yoğurdu İnebolu'da satmak için benden yollardı her sabah. Elimde yoğurt bakraçlarıyla yine bir saat yürür, müşterilerin evlerine elimdekileri bırakır, parasıyla da annemin istediği evin ihtiyaçlarını alırdım. Yol boyunca arkadaşlarım şakalaşarak, hoplaya zıplaya çarşının yolunu tutarken ben yoğurtlar bozulmasın diye robot gibi yürürdüm. Çarşıya gelesiye sırtım sırılsıklam olurdu terden.

Hafta sonu oldu mu 5 lira haftalık alırdım, aynı dönemde başka ustaların yanında aynı işte çalışan yaşıtlarımsa haftalık 10-12 lira alırdı. Ustam ağabeyim olduğu için bir şey diyemezdim. Aldığım haftalık yetmezdi, yarı aç yarı tok günlerim geçerdi. Bazı günler köyden getirdiğim kuru ekmekle idare ederdim.

Ağabeyim yeni bahçeli bir ev almıştı. Bu pazar bana yardıma gelin, size kıymalı pide yaptırıvereyim, demişti. İnebolu'nun kıymalı pidesi ünlüydü, adını hep duyardım ancak o zamana dek bu kıymalı pideyi tatmamıştım. Hiç durur muyum?  Pazar sabahı erkenden ağabeyimin bahçesine kazma kazmak için koştum.  Aldım elime kazmayı öğlene kadar adeta iki kişinin göreceği işi görüyorum. Ağabeyim arada yalandan, oğlum azıcık dinlen sonra yine çalışırsın diyor; ancak ben durur muyum ellerimi patlatırcasına vuruyorum kazmayı. Derken iş bitti, ağabeyim pideleri yaptırıp getirdi, buharı üstünde, kokusu mis gibi. Masaya toplandık, yengem bıçakla böldü pideleri. Büyük bir devlet töreni izler gibi bakıyorum dikkatle. Ağabeyim pidenin bütün kuru yerlerini benim önüme koydu, pişkin pişkin gülerek, oğlum sen gençsin, dişlerin iyi keser, dedi. Hayalimde kurduğum pideyi yiyor ancak ne kıymanın ne domatesin ne de biberin tadını alabiliyordum. Ağzıma aldığım lokma katur kutur ettikten sonra yumuşuyor biraz yanık kokusu eşliğinde hamurun tadını alıyordum yalnızca.

O gün 19 Mayıs'tı, ağabeyim Aşağıhatıpbağı Mahallesinde müşterinin evine gidip pamuk atmam gerektiğini söyledi. Birlikte çalıştığımız dayımın oğlu Faruk o gün işe gelmediğinden yalnız başıma yola koyuldum. Bir elimde yay diğer elimde tokmak pazar yerinden çıktım, çay boyunca yürüyerek stadyuma yaklaştım. Bütün okulların öğrencileri pırıl pırıl rengârenk giyinmişler, asker gibi yürüyorlar. Çocuk yüreğim cız etti. Kiminin elinde bayrak kiminde flama, öndekilerde trampet, borazan, hele o püsküllü şapkaları... Benimse ayağımda cızlavat kara lastik, altımda dizleri, arkası yamalı pantolon, elimde yay tokmak... Ben onlara bakıyorum şaşkın şaşkın, onlar bana bakıyor bayramı yaşayabilen çocuk sevinciyle. Durdum, acaba ilkokul arkadaşlarım Hüseyin ile Bilal'i görebilecek miydim? Meraklı gözlerle onları arıyorum uzaktan. Öğrenciler stat kapısından bölük bölük girmeye başladılar. Birkaç dakika içinde en son bölük de girince kapı kapandı. Yüreğim bir kez daha cız etti. Elimdeki tokmağa, yaya baktım, yola koyuldum yeniden. Aklım onlarda, yürüyorum ağabeyimin tarif ettiği eve.

Vara vara vardım eski bir konağa. Evin hanımı kapıyı açtı, odanın birini bana ayırmışlar. İçerisi yığın yığın pamuk dolu. Hemen işe koyuldum, önce pamuğu bir güzel sopaladım. Sonra başladım yayla atmaya. Benim trampetim de bu tokmakla yay. Trampet çalarmış gibi tempolu vuruyorum tokmağı. Ama yine de orada, bayram yerinde olsam... İçim içimi kemiriyor.

Tokmakla yaydan çıkan ritmik seslerden olacak odanın kapısı açıldı. Düğünü olacak evin genç kızı üzerinde sabahlık, yakası göğüslerine dek açık bir halde girdi içeri. Başladı benimle yarı alaylı, yarı işveli konuşmaya. Hangi köydensin sen? Yeşilöz. Niye okula gitmedin? Babam göndermedi. Bu arada bir ayak topuğunu diğer bacağının dizine dayadı. Önü açık sabahlığından dolgun yuvarlak kalçaları görünüyordu. Utanıyordum ancak yine de bakmaktan kendimi alamıyordum. Beni çocuk görüyordu veya öyle görüyormuş gibi yapıyordu. Onun sorularını yanıtlıyor bir yandan da işime devam ediyordum.

Hallacın ağzından kaçan topak pamuklar oluyordu. Bir ara karşıma geldi, yere çömeldi, topak pamukları bana geri atıyordu. Bu sırada dolgun baldırları iç çamaşırına kadar görünüyordu. Kafamın içi karmakarışıktı. Odada uçan pamuklar, karşımda kızın bacakları, bayram yerindeki trampet sesleri... Hepsi iç içe geçiyordu. Henüz on üç yaşındaydım. Deniz kenarında kumsalda bikinili kadınlar görüyordum ancak orada hepsi aynı olduğundan dikkatimi çekmiyordu. Buradaki farklı bir olaydı. Bana alaylı işveli bakmayı sürdürüyordu. O sırada annesi seslendi, kızım kahvaltı hazır, gel hadi. Birazdan yine geleceğim diyerek uzun kumral saçlarını savura savura çıktı odadan.

Durmamam gerekiyor ancak elim gitmiyor işe. Stadın içinde ip gibi dizilmişlerdir şimdi. Tram tram trampet sesleri, arkada çın çın çalan zil, zilin yanında şişman bir öğrencinin  güm güm çaldığı davul, avurtları şişire şişire öttürülen borazanlar...  Tüm öğrencilerin ayakları aynı anda sol, sol, sol... Yalnızca bir kez son sınıftayken öğretmenimiz götürmüştü. Ne güzel bir gündü.

Nasıl etmeli. İşi bırakırsam ağabeyim kemiklerimi kırar. Kulağıma komut sesleri geliyor, gözümde öğrencilerin aynı anda yaptığı hareketler canlanıyor. Tokmağı elime alıyorum, yaya değil bu kez, kirişi tuttuğum sol elimin baş parmağına, deriyi sıyırtacak biçimde hızla vuruyorum. Parmağın bükümünden deri kopuyor, kan fışkırıyor, canım yanıyor mu yanmıyor mu anlamıyorum, içimde yumuşak bir mutluluk... Ahh! diye tüm gücümle bağırıyorum, evin hanımı kızıyla yetişiyor. Kadıncağız elimi kan revan içinde görünce dizlerine vura vura yanıma koşuyor. Ne yaptın oğlum sen!

Kızı diğer odadan koşa koşa kolonya getirip annesine uzatıyor, kadıncağız önümden bir tutam pamuk alıp parmağıma bastırıyor. Kızla göz göze geliyorum, gözleri buğulanmış. Az önceki alaycı, uçarı kız gitmiş başkası gelmiş sanki.

Teyze kusura bakmayın çalışamam ben bugün, bunlar burada kalsın yarın erkenden gelir işi bitiririm, diyorum, acı çeken yüz ifadesini takınarak.

Konaktan çıktığım gibi koşarak stadyuma varıyorum. İzleyicilerin arasına oturuyorum. Sol elim gömleğimin altında. Arada bir gömleğimdeki kabarıklığa bakınca acı acı zonklama duyuyorum ancak trampetlerin sesi dağıtıp uçuruyor acımı. Hele güm güm davulun sesi, öğrencilerin avurtlarını şişire şişire öttürdükleri borazan... Ardından komut seslerine uygun sahadaki tüm öğrencilerin aynı anda yaptıkları hareketler... Cızlavat kara lastiğim, yamalı pantolonum, zonklayan parmağım, kemiklerimi kırmayı bekleyen ağabeyim yok bugün. Bugün benim bayramım.

                                                                                                    ŞAKİR KABA

                                                                                                       

YORUM EKLE
YORUMLAR
Özcan Tun
Özcan Tun - 2 yıl Önce

İşte gerçek herkesin bir hikayesi vardır içinde gömülü ancak onu dışarı çıkarabilmek işte bu büyük başarı bu medeni cesaretinden dolayı kutluyorum seni güzel insan içi dışı bir samimi bir gerçek dost çok çok güzel bir hikaye

Lütfi NOGAY
Lütfi NOGAY - 2 yıl Önce

Çok çok güzel gerçek bir gençlik hikayesi, emeğine sağlık tebrikler selamlar dostum. Benim hayatımda senin gibi, senin bir avantajın askerlik yapman belki orada rahat etmişsindir. Benim o şansımda ayak sakat olduğu için bir fiil çalışmaya devam ettik. Sen yorgancı Muzaffer in yanında, ben ise berber Hasan ın (Eniştenin) yanında. Bu günlere şükürler olsun çok çektik çok.

AG Kütühya
AG Kütühya - 2 yıl Önce

Güzel bir anlatım.
İçli bir hikaye..
Tatlı bir hatıra