Toplumsal Cinsiyet Nedir?

’Biyolojik Cinsiyet’’ ve ‘’Toplumsal Cinsiyet’’ birbirlerinden farklı anlamlar içermektedir. Her insan dünyaya geldiği andan itibaren kadın veya erkek olarak biyolojik bir kimlik içerisinde doğar. Doğuştan gelen, fizyolojik özelliklerimizi içerir. Böylelikle cinsiyet kavramı kromozomlara göre kadın ya da erkek olmayı ifade eder ancak bu kimliklerin getirileri epey fazladır. Toplumsal cinsiyet ise toplum tarafından verilen erkeklik ve kadınlık hakkında kültürel görüşler, inanç sistemleri, imajlar ve beklentilerle yapılanmıştır. Sadece kadın ve erkek arasındaki değil, her gruptaki güç ilişkilerini ağır biçimde etkiler; bu da birçok sosyal probleme neden olur. Örneğin, LGTBI+ bir bireyin varoluşu nedeniyle uğradığı ayrımcılıkta buna örnek olabilir. Fakat bugün içerisinde bulunduğumuz ataerkil (erkek egemenliği) toplum düzeninde bir bireyin kadın veya erkek olarak nasıl beklentilere tabii tutulduğu ve toplumsal cinsiyet kavramıyla birlikte erkek ve kadın olmanın getirilerini tartışacağız.

Bizler toplumsal olarak kendimizi nasıl tanımladığımıza göre değişiyoruz. Bu noktada toplumsal cinsiyet, toplumun bize biçtiği rolü, bizden yana beklentilerini, ifade eder. Doğuştan gelmez, herhangi bir biyolojik temele dayanmaksızın kadınlara ve erkeklere atfedilen davranışlara dair inançlardır. Dünya genelinde var olan, bazı kalıplaşmış rollerden dolayı farklı sorumluluklara tabii tutulur, farklı görevler için var olduğumuzu düşünürüz. En basit haliyle, anne karnına düştüğümüz andan itibaren toplumsal cinsiyeti içeren zihinsel yatırımlar yapılmaya başlanır. Örneğin, doğduğumuz andan itibaren kız isek ‘’Şirin’’ gibi naif bir isme sahipken, erkek isek daha ‘’Aslan’’, ‘’Sağlam’’ gibi daha güçlü bir role sahip olmamız gerektiği, ismimiz ile bize empoze edilmiş olur. Dahası, bir kız çocuğunun oyuncakları bebekleri, pembe renkleri kapsarken oğlan çocukları için mavi renk ve arabalar tercih edilir. Oğlan çocuklarına, asker, doktor, polis gibi meslekler yakıştırılırken kız çocuklarına öğretmen, hemşire gibi meslekler sunulması onları belirli kalıplara koymanın başlangıcıdır.

Bu anlamda, çocukların cinsiyetçi rollerini pekiştiren uygulamaların önüne geçilebilir. Çocuklara, kadın ve erkeğe toplum tarafından atfedilen rollerle değil, çocuk olarak temsil edilmesine özen gösterilmelidir. Aslında ebeveynler olarak doğduklarından itibaren çocuklara nasıl davranmaları, nelerle oynamaları ya da nasıl giyinmeleri konusunda çoğu zaman farkında olmadan kalıplaşmış roller sunuyoruz. Bu bağlamda kızlara ve oğlanlara ya da kadın ve erkeklere farklı roller ve beklentiler yüklenmesi onlara eşitsiz muamele edilmesine, dolayısıyla da haksızlığa uğramalarına yol açıyor. Bu durumu toplumsal cinsiyet eşitsizliği olarak adlandırıyoruz. Bu bağlamda amaç bu eşitsizliği fark edebilmek ve eşitliği ele alabilmektir.

Toplumsal cinsiyetin, ‘’kadın’’ ve ‘’erkek’’ olmak üzerine bizlere sunduğu görevleri yetişkinlikte de gözlemleyebiliriz. Ekonomi, politika, eğitim, sanat ve daha birçok farklı kesim, kadın ve erkeği karakter özelliklerine, fiziksel özelliklerine, rollerine ve mesleklerine göre ayrıştırır. Örneğin bir kadın kibar, kırılgan, duygusal iken erkeğin daha girişken, cesur, rekabektçi olması beklenir. Kadın zayıf, bakımlı ev işlerinden sorumlu iken, erkek güçlü, aileyi geçindiren, aileyi koruyan kişiler olarak tasvir edilir. Evlerimizde çok sık kullandığımız televizyonlarda, tabletlerde medyayı yakından takip ederiz ve belki de en aşikar örnekler gözümüzün önündedir çünkü medya toplumsal cinsiyet eşitsizliğini yansıtan güçlü bir araçtır. Örneğin, deterjan reklamında anne ev işlerini yaparken, baba elinde kumanda ile televizyon izler ya da büyük bir haber başlığında ‘’Kadın Pilot’’ olarak haberlerde vurgulara rastlarız. Şirketler annelik izni verirken babalık izni nadir olarak verir. Bu durum bile ebeveynliğe dair toplumsal cinsiyetçi yaklaşımı gösterir.

 Şimdi bu kalıplaşmış yargılara bir bakalım. Hayatımızın ne kadar da merkezinde değil mi? Bir taraftan hiç farkında değiliz çünkü alışılageldik ve tanıdık. Ancak bir taraftan da psikolojik dayanıksızlığa, şiddete ve ayrımcılığa kadar uzanan hayatlarımıza etkisi de söz konusu. ‘’Bir kadın olarak cesur olamaz mıyız?’’, ‘’Bir erkek güçsüz olabilir mi?’’ ya da ‘’Bir kız çocuğu en çok mavi rengi sevemez mi?’’. Elbette olur ve elbette sever. Bize yüklenen tüm sorumluluklar ve görevlere bir göz gezdirelim. Ne kadarı bizi ayrıştırıyor ve ne kadarını içselleştirdik?

Kültürümüzde rollerimize uygun davranmazsak, topluma uygun düşmeyeceğimizi düşünerek bu davranışlarımızı içselleştiriyoruz ama ne zaman bunun dışına adım atsak o zaman değişmeye başlıyoruz. Fark etmeye nereden başlarsak, hem sizler hem çocuklarınız çok daha eşit bir dünya da yaşayacaktır. Öğretilen ve dayatılan kalıpların dışına çıkmak bizleri tuhaf ya da değişik yapmaz. Nelere sahip olduğunuzu, hepimizin ne kadar eşit olduğunu ve bizlere biçilen rollerin çok daha ötesinde olduğumuzu hatırlatmakta fayda görüyorum.

Özetle, tüm bu konuşulanlarda anlatmak istediğimiz: kadınların ve erkeklerin, kız çocuklarının ve oğlan çocuklarının haklar, kaynaklar ve fırsatlardan tam ve eşit biçimde yararlanmaları, hayata dair sorumluluklarını eşit bölüşmeleridir. Bu söylemler kadınların ve erkeklerin aynı olduğu anlamına gelmez, elbette farklıyız ancak ihtiyaç ve beklentilerin eşit derecede dikkate alınması gerektiğini vurgulamak isterim.

 Bir sonraki hafta toplumsal cinsiyetin neden olduğu flört şiddetinden söz ediyor olacağım.

Herkese sevgiler…

YORUM EKLE
YORUMLAR
İrfan özsoy
İrfan özsoy - 4 yıl Önce

Toplumsal kurallar bizim bin yıllık kültürümüze işlenmiştir .boş yere uzun uzun makaleler yazıp insanlara yön vermeye çalşmayın.biz bu anlatılan kuralları anadolu da zaten insanlar yaşıyor.anadolu yaşayan kültürdür .avrupayi sözler bize gelmez